10 Aralık 2018 Pazartesi

Kim Kendi Ölümüne "Hoşgeldin" Diyebilir ki?

Tabiri caizse hayatım boyunca tırmalamak zorunda kaldım. Baktım olmuyor vazgeçtim birkaç yıl önce çabalamaktan. Bırakmamın birçok sebebi var; biraz yılgınlık, biraz yorgunluk, biraz da hayalkırıklığı.
İlk başlarda çok bocaladım. Vazgeçmek kolay oldu fakat susmak en zoruydu. Olanı şikâyet etmeden kabullenmek, hayallerinin kırıldığını belli etmemek, kendi hatalarının sorumluluğunu üzerine almak…  Zor oldu ama başardım. Kimselere açık etmem sustuklarımı. Bazen yazar paylaşırım ama paylaştıklarım yazdıklarımın binde biri. İçimi yakan sıkıntının eğer bir muhatabı varsa; o bilir ne olduğunu. Ondan gayrısına ne anlatırım ne de gösteririm. İstediklerimi görmemek için başımı çevirdiğim bile olmuştur. Kendi kendime “Yaşamak bu kadar zor olmamalı.” der dururdum. Şimdi bakıyorum da; benden öncekiler de benden farklı değillermiş.
Dedem hakkında çok bilgim yok. Bin beş yüz yıl önce yaşayan atalarım hakkında ondan daha çok bilgim var. On beş yaşına kadar çok neşeli, eğlenceli olduğu anlatılırdı yaşıtlarından, benim zamanımda yaşayanlar tarafından. On beş yaşından sonra aniden durulmuş. Yüzünü yerden kaldırmaz olmuş. Zorla konuştururlarmış dost meclislerinde. Bir sebebi yokmuş gibi anlatılırdı hep ama belli ki bir şey olmuş ve susmuş. Ya da belki de vazgeçmiş. O zamanki adı ince hastalık. Sebep olmuş dedeme. Öldüğünde kaç yaşındaymış bilmiyorum. İki çocuk bırakmış ardında, biri babam.
Her hastalığın zihinsel bir nedeni olduğunu savunanlar; kendine ya da başkalarına aşırı derecede katı davranmayı, kuralları her şeyin üzerinde tutmayı, bencilliği ve gaddarlığı veremin başlıca sebebi olarak sayıyorlar.
Babam üç yaşındaymış dedem öldüğünde. Bir yıla kalmadan kendisinden iki yaş küçük erkek kardeşi ölmüş. Hemen ardından da annesini evlendirmişler çocuklu bir dulla. Ve fakat yeni damat henüz göçmüş İstanbul’a. “Kendi çocuğum var. Senin çocuğuna bakamam.” demiş. Annesini gözyaşlarıyla yollamış İstanbul’a babam. Kendi kalmış köyde. Dedesi kol kanat germiş. Dedesi de boş bir emekli değil. Sular seller gibi İngilizce, Farsça, Arapça bilen, Astronomiyi yemiş yutmuş köylü bir bilgin. İşinden gücünden, araştırmalarından arta kalan zamanlarında bakmış, büyütmüş babamı.
3 yıl bakmış dedesi. Okul zamanı gelince İstanbul’a göndermiş, dayısının yanına. 6 yıl da onun yanında kalmış. 13 yaşında ayrı eve çıkmış. Ev dediğimiz de duvarlarından sular süzülen, rutubetten yatağın çarşafın bile ıslandığı bir gecekondunun tek göz odası. İstanbul çok büyük, babam çok küçük.
Yenmiş İstanbul’u yine de babam. Kaybolmamış, yitip gitmemiş. Fakat hüznünü içine atmış. Susmuş. Sadece bir kişi için susmamış. Askere giderken ziyarete gittiği memleketinde görüp âşık olduğu yeşil gözlü küçük kızı istemiş yıllarca. Kaç aracı sokmuş araya vermemişler. Senelerce vazgeçmemiş aşkından. Ailenin ne demek olduğunu bilmese de kurmuş bir aile sonunda. Evlenir evlenmez de gitmiş buralardan Almanya’ya. Hikâyesini kendi ağzından dinlenemedi hiçbir zaman. Bildiklerim annemin anlattıkları. Öyle bir susmuş ki; kendi kendini yaktı kül etti. 67 yaşında akciğer kanserine yedirdi ciğerini.
Akciğer kanserinin sebebi; onay alamamak, sevgiyle ilgili incinmeler diyor biraz yukarda bahsettiğim bilenler. Haklı olabilirler. Çünkü başlangıcında aşk varmış ama pek de öyle örnek gösterilecek bir aşk yuvası değildi bizim ev. Annesinden ayrılması ayrı bir araştırma konusu. Bana kalırsa, dedem de babam da sustukları için ciğerlerini kurban ettiler.
Dedemden babama ne geçti bilmiyorum. Ama babamdan bana geçeni çok net olarak biliyorum. Hüzün. Bana ait olmayan bir hüznü taşıyıp duruyorum kendimi bildim bileli. Bilmeden istemeden kendimi baltalıyormuşum gibi hissediyorum. Alın size kalıtsal aile travması.
Yakın zamana kadar işi gücü sonlandırıp uyumaya koyulduğumda bile düşünmeyi bırakmıyordu zihnim. Düşüne düşüne uyumaya çalışıyordum. Sonra bir an geliyordu, gevşiyordum tamamen. İşte tam o anda garip bir şey oluyordu. Her akşam değil ama haftada bir mutlaka oluyordu. Dipsiz bir kuyuya kayarken buluyordum kendimi. Düşmek gibi değil, yavaşça, usul usul kayıyordum karanlığa. Uyku değildi bu biliyordum. Aklıma ilk gelen şey; ‘ölüm’. “Ölüyorum!” diyordum bu her olduğunda. Sessiz bir bilişti bu. Babam vardı orada, hiç görmediğim dedem vardı, annem vardı. Heyecansız, korkudan azade, neşesiz ama nedense huzurlu.
Bu her olduğunda aynı şekilde uyanıyordum. Göğsümün üzerinde duran elim tıptıplıyordu aniden. Çekip çıkarıyordu beni içine sürüklendiğim hoş karanlıktan. Kendi ölümüme “hoş geldin” diyen yanımı çaresizlik içinde bırakıyordu. Ne bir ağrı, ne de bir sızı. Fakat saatler süren bir uykusuzluk başlıyordu hemen ardından. Bana ait olmayan o hüzün sarmalıyordu yatağımı, yorganımı. Babamın hüznüyle beraber sevdiğim kadınlar geliyordu gözümün önüne. Vazgeçmek zorunda kaldığım hayaller dökülüyordu yastığıma.
Olumsuzluklar geldikçe başıma kimi kararlar aldım yeniden başlayabilmek için. Uygulayamadım. Sigarayı bırakamadım mesela. Ciğerlerime bir kastım olduğu çok açık. İçimden yükselen ama bana ait olmayan bir hüznü yüklendim omuzlarıma. Fışkırmak için beni zorlayan neşemi ellerimle bastırdım. Kendi kendimi baltaladım çoğu zaman. Hani o “bir ben var, benden içerû” dedikleri var ya; işte o içerdeki canıma kast ediyordu. Babamın, dedemin yarım bıraktıkları kaderlerini devralmışım gibi. Tam onlar gibi vazgeçecekken, susmaya karar vermişken bir kitap atıldı önüme.
Sanki benim için yazılmış kitap. Daha adını okuduğumda farklı bir kitap olduğunu anladım. “Seninle Başlamadı” yazıyordu kapağında. Okudukça unuttuğum hatıralar canlandı gözümde. Nedenleri nasılları daha iyi çözdüm. Sonunda anladım ki; bunların hiçbirisi benimle başlamadı.
Achilles Valentin, Yazar
Uyumsuz Biz Zihnin Not Defteri

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone

8 Temmuz 2018 Pazar

İkigainin On Kuralı



1. Aktif kalın, emekli olmayın. Sevdiği şeyi yapmaktan ve iyi yaptığı şeylerden vazgeçen kişi yaşam gayesini kaybeder. Bu yüzden en önemli göreviniz, değerli bulduğunuz işleri bitirseniz de yapmaya devam etmek, ilerlemek, güzellik katıp yarar sağlamak, yardım etmek ve dünyanızı şekillendirmek olmalıdır.

2. Ağırdan alın. Aceleci olmak yaşam kalitesi ile ters orantılıdır. Eski bir deyişin belirttiği gibi, ‘Yavaş yürüyün, çok ilerleyin.’ Telaşı arkanızda bıraktığınızda, yaşam ve zaman yeni bir anlam kazanır.

3. Midenizi tıka basa doldurmayın. Konu, uzun bir yaşam için beslenmek olunca da azı karardır. Sağlığınızı uzun süre koruyabilmek için yüzde 80 kuralına uymalı, tıka basa yemek yerine açlığınızı tamamen bastırmayacak şekilde yemelisiniz.

4. Çevrenizde iyi arkadaşlarınız olsun. İyi sohbetle kaygıları yatıştırmak, gününüzü aydınlatacak hikayeler paylaşmak, tavsiye almak, eğlenmek, hayal kurmak… Başka bir deyişle, yaşamak için en iyi ilaç arkadaşlardır.
5. Bir sonraki doğum gününüze kadar şekle girin. Su hareket eder, en iyi haliyse pırıl pırıl aktığı ve durağan olmadığı zamandır. Hayatınız boyunca hareket ettirdiğiniz bedenin de uzun süre çalışmaya devam etmesi için biraz günlük bakıma ihtiyacı vardır. Ayrıca egzersiz yapmak mutluluk hormonu salgılamanızı sağlayacaktır.

6. Gülümseyin. Neşeli bir tavır sadece rahatlamakla kalmaz arkadaş kazandırmaya da yarar. Bir şeylerin o kadar harika olmadığını kabul etmek iyidir ama olasılıklarla dolu bir dünyada şimdi ve burada olmanın bir ayrıcalık olduğunu asla unutmayın.

7. Doğayla tekrar bağlantı kurun. Günümüzde insanların çoğu şehirlerde yaşasa da, insanoğlu doğal dünyanın bir parçası olarak yaratılmıştır. Şarj olmak için sık sık doğaya dönün.

8. Teşekkürlerinizi sunun. Her gün bir dakikanızı ayırın ve atalarınıza, soluduğunuz havayla ve yediğiniz yemekle sizi destekleyen doğaya, gününüzü aydınlatan ve hayatta olduğunuz için kendinizi şanslı hissettiren arkadaşlarınıza ve ailenize teşekkürlerinizi sunun. Mutluluk stokunuzun ne kadar arttığını görün.

9. Anı yaşayın. Geçmişten pişmanlık duymayı ve gelecekten korkmayı bırakın. Sahip olduğunuz tek şey bugün. Tadını çıkarın. Hatırlamaya değer kılın.

10. İkigainizi takip edin. İçinizde bir tutku, günlerinize anlam katan eşsiz bir yetenek ve en iyi yönünüzü sonuna kadar paylaşmaya götüren bir şey var. Henüz ikigainizin ne olduğunu bilmiyorsanız Vicktor Frankl’ın söylediği gibi göreviniz onu keşfetmek olsun. 


Kitap: İKİGAİ
Yazar: Hector Garcia & Francesc Miralles

SEVGİ ve IŞIK’la kalın…
Persephone

11 Mayıs 2018 Cuma

Direncin Ötesi: Anti - Kırılganlık

Adım 1: Yedekler Yaratın

Tek bir yerden para kazanmak yerine, hobilerinizden, diğer işlerden ya da kendi işinizi kurarak para kazanmaya çalışın. Yalnızca bir yerden maaş alıyorsanız, işvereninizin sıkıntıya girmesi halinde kırılganlık pozisyonuna düşebilirsiniz ve elinizde hiçbir şey kalmayabilir. Diğer yandan, asıl işinizi kaybetmeniz durumunda, birkaç seçeneğiniz olursa yedek işinize daha fazla zaman ayırabilir ve bundan daha fazla para kazanabilirsiniz. Şanssızlığa uğradığınız halde anti - kırılgan olursunuz.
Ogimi'de röportaj yaptığımız insanların hepsinin hem asıl hem de yedek işleri vardı. Birçoğunun yedek iş olarak bir sebze bahçesi vardı ve ürünlerini yerel pazarda satıyordu.
aynı şey, arkadaşlıklar ve kişisel ilgi alanları içinde geçerli. Tıpkı özdeyişin dediği gibi; tüm yumurtaları tek bir sepete koyma.
Romantik ilişkiler alanında da tüm enerjisini partnerine veren ve onu tüm dünyası yapan insanlar var. Eğer ilişki yürümezse bu insanlar her şeylerini kaybederler. Oysa bu süreçte güçlü arkadaşlıklar kurmuş ve dolu bir yaşam yaratmış olsalar ilişkilerinin bitmesi halinde hayatlarına devam etmek için daha iyi bir pozisyonda olurlar. Anti - kırılgan olurlar.
Şu anda 'Tek bir maaştan fazlasına ihtiyacım yok. Aynı arkadaşlarla olmaktan da mutluyum. Neden yeni bir şey ekleyeyim?' diye düşünebilirsiniz. Yaşamınıza çeşit eklemek zaman kaybı gibi görünebilir çünkü olağandışı şeyler normalde gerçekleşmez. Kendimizi güvende hissettiğimiz bölgeye sığınırız. Ama beklenmedik şeyler er ya da geç mutlaka gerçekleşir.

Adım 2: Bazı alanlarda tedbirli bir şekilde bahis oynarken, bazı alanlarda küçük riskler alın 

Bu kavramı finans dünyasının diliyle anlatmak daha iyi olur. Eğer 10 bin dolar birikimişiniz varsa, 9 bin dolarını bir indeksli yatırım fonuna ya da sabit vadeli hesaba yatırabilir ve geri kalan bin doları büyüme potansiyeli olan on yeni teşebbüse bölüştürerek 100'er dolar yatırabilirsiniz.
Şirketten üçünün başarısız olması halinde 300 dolar kaybedersiniz, diğer üç şirketin değeri düşerse 100 dolar veya 200 dolar daha kaybedersiniz, üçünü değeri artarsa 100 dolar kya da 200 dolar kazanırsınız ve yeni teşebbüslerin değeri yirmi kat artarsa neredeyse 2000 dolar, hatta daha fazlasını kazanırsınız.
İşletmelerin üçü batsa bile para kazanmaya devam edersiniz. Aynen Hydra gibi zarardan kar edersiniz.
Anti - kırılgan olmanın anahtarı gazetede reklamını gördüğümüz şaibeli bir fona 10 bin dolar yatırmak gibi batma riskine sahip tehlikelere girmeden bizi büyük ödüle götürebilecek küçük riskler almaktır.

Adım 3: Sizi kırılgan yapan şeylerden kurtulun 

Bu egzersiz için olumsuz bir rotayı takip edeceğiz. Kendinize sorun: beni kırılgan yapan nedir? Bazı insanlar, nesneler ve alışkanlıklar kaybetmemize sebep olur ve bizi savunmasız kılar. Bunlar kimdir ve nelerdir?
Yeni yıl kararları alırken yaşamlarımıza genelde yeni zorluklar ekleriz. Yeni hedef belirlemek harika olsa da şükredeceğiniz gayeler benimsemek çok daha yararlı olur. Mesela:

  • Öğünler arasında atıştırmayı bırakmak
  • Haftada sadece bir kez tatlı yemek
  • Aşama aşama tüm borcu ödemek
  • Kötü insanlarla zaman geçirmekten kaçınmak
  • Hoşlanmadığımız ama yapmak zorunda hissettiğimiz şeylere zaman harcamaktan kaçınmak
  • Her gün Facebook'ta yirmi dakikadan fazla zaman geçirmemek
Hayatımıza direnç kazandırmak için güçlüklerden korkmamalıyız çünkü her engel büyümek için bir fırsattır. Yaşam tarzımızı düzelterek ikigaimize odaklanarak anti - kırılganlık tavrı benimsersek her savrulmada daha güçlü olmanın bir yolunu buluruz.
Bir iki darbe almak ya bir talihsizlik olarak görülür ya da sürekli düzeltmeler yapıp yeni ve daha iyi hedefler koyarak yaşamımızın her alanına uygulayabileceğimiz bir deneyim olabilir. Taleb'in Antifragile'da yazdığı gibi, 'Gelişigüzelliğe, karışıklığa, maceralara, belirsizliklere, kendini keşfetmeye, travmatik olaylar duymaya ihtiyacımız var. Tüm bu şeyler hayatı yaşanmaya değer kılar.'
Wabi - sabi felsefesinin bize öğrettiği gibi hayat kusurludur. Zamanın akıp geçmesi, her şeyin geçici olduğunu gösterir. Eğer net bir ikigainiz varsa, her anınız neredeyse sonsuz olasılıklar barındırır.

Alıntı...


Kitap: İkigai
Yazarlar: Hector Garcia & Francesc Miralles

İkigai: Hep meşgul kalarak mutlu olma.

İkigainizi bulmanız dileğiyle....

SEVGİ ve IŞIK'la kalın...
Persephone



8 Mayıs 2018 Salı

Doğum



I. 

Çiğ düştü göklerden 
Ve bir bahar günü doğdun sen 

Güvercinler geçti menekşelerden 
Ve bir bahar günü doğdun sen 

Kendi kendine ayna olan nergislerden 
Leylakların gün doğuşu ürperişinden 
Zambakların kıyı kıyı bakışından 
Geldin sen 
Ve rüzgarlar karları süpürdüğünde 
Ve insanı çıldırtan kuş sesleri işitildiğinde 
Birdenbire aydınlandı annenin yüzü 
Ve bir bahar günü doğdun sen 

İlkin horozların gözüne göründün 
Dünyaya haber verdiler ötelerden 
Baban yeni dönmüştü eve ıraklardan 
Birden aydınlandı annenin yüzü 
Ve bir bahar günü doğdun sen 

Marta bakan biliyordu geleceğini 
Nisana bakan görüyordu alaca renklerini 
Kızıl ve yeşil seherini 
Mayısa bakan buldu seni 
Ve bir bahar günü doğdun sen 

Sana Leyla dedim Suna dedim şiirlerde şarkılarda 
Gerçek adın bir fısıltı gibi kaldı ağızlarda dudaklarda 
Çatlar yüreğim bir nar gibi o sırrı anar da 
Avunurum doğumundan gelen muştulu armağanlarla 
Melekler gökten geldi armağanlarla 
Ve bir bahar günü doğdun sen 

Bir bahar günü doğdun sen 
Baharın ta kendisi oldun sen 
Şimdi her baharda doğan çocuklarla 
Sen en aşılmaz boya tenlerinde saçlarında 
Sen görünür görünmez ufuklarda 
Karlar erir erir kaçar kaçar da 
Gökler yağmur biçiminde güler ağlar ağlar da 
Güneş öğünerek yansır yansır da sularda 
Gelirsin her baharda 
Bir diriliş gibi ölü dünyaya 
Ölüler gölgenden ateş ala ala 
Ekilip biçilip yankı yapa yapa 
Yaz sıcaklığından arta arta 
Birer birer çıktılar gönlümüzün aynasına tarlasına 
Ki bir bahar günü doğdun sen 

Güller dönüştüler yatak çarşaflarına 
Leylaklar yaklaştılar korka korka 
Nergisler benliğimizin ortasından baka 
Gelip fon oldular insanın 
Bir kere daha 
Sende yeniden yaratılışına 
Bir bahar hali yaratışına 

Bir bahar günü doğdun sen 
Baharın ta kendisi oldun sen 


II. 

Sonbahar benim ölümüm kırmızı kırmızı yanışım karaağaçlarda 
Senin ak doğumunu daha çok ortaya koymak için 
Toplayıp gelişim güzü bütün sarılarımla loşluklarımla 
Çürüyen solan evrenin karşı koyuşu 
Senin baharda doğusunun anısına 

Ah o ne sıtmadır güneşteki sıtma baharda 
Her an senin doğumun yaşamaktan gelen 
Ve güzün güneşte bir kuruyuş bir dağılma 
Benim ölümümden gelen haykırış ve ağlayışlarla 
Bir ömür boyu oldum salt ölüm kemiği 
Parlamak için senin doğumundan gelen fosforlarla 
Eve girmekte geç kalan çocuklar görecektir geceleri 
Aşk baharının sessiz direnişini 
yanıp duran ışıklarda 

Yaz güneşi biriktirdi biriktirdi 
Sonbahar yapraklarda delirdi 
Kış derin çizgileriyle devrildi 
Bahar gül tanklarıyla çiçek çağlayanlarıyla belirdi 
Ve bir bahar günü doğdun sen

SEZAİ KARAKOÇ
SEVGİ ve IŞIK’la kalın...
Persephone

7 Şubat 2018 Çarşamba

Ömür Hanımla Güz Konuşmaları

Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını 
yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var 
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İn-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. 
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir 
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce 
bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, 
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir 
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür 
hanım? 


Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı 
görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek 
kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, 
umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör-
meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü-
şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, 
böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir 
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa 
başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tut-
mak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı 
aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların 
sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik 
olur tükenmek değil de? 


Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin 
boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz 
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi-
diyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka-
tından? 


Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır 
çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü 
kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bi-
lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. 
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın 
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dö-
nelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım. 
Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük 
avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın 
binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik 
bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi 
öğrendik böylece. 

Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım. 
Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. 
Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık 
yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır 
yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut 
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka 
ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi 
içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa? 


Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, 
özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni 
oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım 
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi 
avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice 
eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va-
rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya... 


Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının 
eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla 
dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek 
ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal-
gınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin 
perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-
kınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir 
Ömür hanım? 


Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni 
konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, 
kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım 
Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ka-
ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım 
toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş 
saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem 
hangi gözle? 


Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko-
nuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? 
Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden 
mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini 
bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü 
yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi 
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne 
işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri ko-
nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten 
olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor 
muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya... 



Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun 
aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. 
Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik 
sesten -hele de güncel ve kof-  her zaman iyidir; düş gücü, 
iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o 
puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin 
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık 
izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, 
kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, 
bizi değişmek çirkinleştirir de. 


Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir 
adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz 
olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı 
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya-
şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, 
ne yerinde ne yersiz...

 
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir par-
çamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hü-
nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı 
kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duy-
gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; 
ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar 
küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen-
cereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir 
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir 
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, 
bu ezbere yaşamla. 


Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar 
iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir 
yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...
dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla 
nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, 
geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün 
acıların anasıdır, de... 


Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler 
söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün ka-
lıplarından. Beni duy ve anla.

 
Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi 
yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun 
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi 
atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, 
kurşuni-külrengi mi yoksa? 


Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil 
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı-
maktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sü-
rünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir 
aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim 
değil mi? Kim ne diyebilir ki?


Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. 
İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş 
ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim 
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,
ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir 
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, 
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı-
rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü 
ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.

 
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak 
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir 
at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so-
kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, 
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş 
umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, 
yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?



Ankara, Güz/1983


Şükrü Erbaş

SEVGİ ve IŞIK’la kalın...
Persephone

İz

Acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun
İzlerime rastlıyorsun, bıraktıklarıma,
Orada o yolda çekmiştim ruhumu patlatan fitili
Benden savrulan parçalar kurusa da,
İzleri var hala yolun kenarında.

İzini sür yolun, acının ormanı büyütür insanı
Vakit geniştir, ufuk sandığından daha yakın
Acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun,
Ustası olacaksın içine gerdiğin tellerin
Hangi sızıyla titrer içinde, hangi sesle
Büyük bir aşk, hangi sesle ölür, bileceksin.

Ne zamandı bilmiyorum. yaşadıklarından sana
Kalan tortu, seni olduğun yere çakan, olduğun
Yerde fırtına koparan korku. kendi sarmalında
Döndün, döndün, sanma ki daha dönmeyeceksin
Kalsan da bir yer için, aslında hep gidiyorsun.

Şimdi, acının ormanından geçiyorsun
Her şey bir daha kanasa da
Ne geçtiğin yola ne sana dokunabilirim ben
Geç meleğim, senin de şarkıların olsun
İçindeki telleri titreten.

Birhan Keskin

SEVGİ ve IŞIK’la kalın...
Persephone

7 Ocak 2018 Pazar

Aşklar İçinde

Denizin en az yeri bir köpüğü başlatıyor
Yürüyorum kumların çakıllarin yanı sıra
Yüreğimde bir sancı keskin bir akasya kokusundan
Avuçlarımda bir yanma
Büyüyen bir ürpertiyim sanki, kayıp gidiyorum üstünde sabahın
Oldu olacak
Eğilip bir taş alıyorum yerden, fırlatıyorum denize
Ufacık bir gülüş geçiyor suyun üzerinden
Bir çocuğun gülüşü gibi
Aşkların, nice aşklarin ayrılık günü gibi
Bir sokağın ucunda kaybolup solan
Daha çok solan, aşkların solgunluğu suyun üzerinde
Korularda yoğun bir erguvan sisi.

Hisarlı balıkçı ağlarını ayıklıyor
Ağları pembeden hüzne giden
Dip sularında mercanlar gibi koyulaşan
Kirpiksiz gözleri böyle daha güzel
Çil basmış yüzünü bütün
Parmakları capcanlı, pavuryalar gibi
Merhaba, desem bir kucak balık atacak önüme
Biliyorum atacak
Böyledir memleketimin yoksul halkı
Bir onlarda rastladım bu cömertliğe
Istavritler kıpır kıpır dibinde sandalının
Balık dedin mi, oynamaz gözleri hiçbirinin, tertemiz bir resim gibi
bakarlar insana
Günlerce bakarlar, bıraksan yıllarca bakarlar belki
Gözlerin gibi senin, yıllardır unutamadığım
Ve bu yüzden olacak düşünmedim şimdiye kadar bir balığın ölebileceğini.

Hızar sesleri geliyor yakından, güneşin döndüğünü görüyorum
Çınar yapraklarının arasında yeşil yeşil
Yeşille sarı birlikte dönüyor
Denize düşüyorlar kırıla kırıla
Bir örtü oluyor düşündügüm her şey denizin ve asfalt yolun üstünde
Gözyaşları bir örtü, onurla cesaret bir örtü
Senin upuzun gövden -kapkara saçlarınla-
Daha da uzun şimdi bir örtü olarak
Denizin kıvrımlarında aşka hazırlanıyor
Göğe düğmeler gibi yapışmış kirazların altında
Yıllar var ki unuttuğumu sanırdım bu örtüyü ben
Sevgiyi bilmezdin de ondan, sevişmeyi bilirdin yalnızca
Birtakım sözler de bilirdin, niye saklamalı, en ustalıklı sözlerdi onlar

Ama bak
Kaybolup giderdi herbiri, karşılaştılar mı bir yerde şiirle
Aslına bakarsan en güzel aldanmaları yaşadık seninle biz
Hatırlıyorum da öyle.

Tepelerde otlar yakmışlar, kuzular dolaşıyor dumanların arasında
Bir kızla oğlan geçiyor, birbirilerine iyice sarılmışlar
Kızın ağzında ince bir dal parçası
Dalın ucunda bir tomurcuk, ağzıyla dudaklarıyla beslemiş sanki onu
Öylesine bilmek istiyorum ki ne konuştuklarını, ama duymaktan
korkuyorum gene de
Söyle, en son nerde görmüştüm seni
Böyle dumanlar vardı gözlerinde, boynunda bir de
Şimdi gene var
Bileklerinde, bileklerinin renginde
Dudaklarında, dudaklarının
Gözlerinin dolar gibi olması renginde ve
Yorgunsan bir kıyı kahvesinde dinlenirkenki
Üşüdügün, başını omzuma koyduğun, sonra elele
Bir aşkı yaşamak, bir aşkınn bilinmesinden bambaşka değil miydi
Ve bu ikisini ayıran duman, yani bir aşkı bizim yapan
Bu dumanların hepsi gibi varsın şimdi de
Acele etme yoksun belki
Ben herşeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki
Ve her şeyin bir bir varolmasına o kadar alışacağım ki
Bilirsin neler için çarpmıyor bir yürek.

Küçüksu çayırını şantiye yapmışlar
İşçiler beton döküyor, demir eğiyor, zift kaynatıyor
Vakit öğleyi geçti çoktan, yemeklerini yemiş olmalılar
Coca-Cola’ya doğrayıp ekmeklerini
İşçilerimiz, yarını kuracak olan işçilerimiz
Ben görür müyüm bilmem, ama kuracaklar mutlaka
Coskuyla çakacaklar her çiviyi, türkülerle dökecekler betonu
Ve onlar
Onlar, diyorum sadece
Bir yolculukta karşılıklı konuşan adamların
Parmak uçlarındaki sigaralar gibi şaşkın
Bilmeden ne yapacaklarını
Anlayacaklar ne kadar güçsüz
Ne kadar zavallı olduklarını
Vakit öğleyi geçti çoktan.

Bir tanker geçiyor şimdi de tam akıntının ortasından
Baştanbaşa gül rengi
Kimseler görünmüyor içinde
Neden görünmüyor, bilmiyorum
Yolcu uçaklarına, yük kamyonlarına, fabrikalara petrol taşıyor
Tanklara, savaş gemilerine, roketlere de
Yılların, yüzyılların
Bitmeyen vahşetini ateşlemek için
Sanki bu yüzden kimseler görünmüyor ortalıkta, utançlarından
Utancı bilerek yaşamak korkunç
Daha korkuncu da var:utancı bilerekten yaşatmak
Gördük hepsini işte, daha da görüyoruz.

Pembeye dönük bir aydınlık, yağıyor usul usul
Bir poyraz çıktı hafiften, kuzeye çevrildi teknelerin burnu
Ve güneş kaydıkça kayıyor batıya doğru, birazdan kan kırmızı bir gök
buğulanacak
Birazdan kan kırmızı bir akşam yağmuru da dökülebilir
Neler olabilir birazdan
Bir uçak geçiyor yaldızdan bir iz birakarak
İçindeki mutlu yüzleri düşünüyorum
Bir hüzün basıyor gene, ne kadar istemesem de
Çabuk geçiyor
Nerede okumustum, hatırlamıyorum şimdi, biri mi anlatmıştı yoksa
Mahpusunu kıskanan bir gardiyani
Ve düşün sevgilim, mahpusunu kıskanan bir gardiyan düşün
Ne kadar acı bunlar
Kıskanıyorlar hepimizi ve kıskanacaklar
Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak
Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir
Birazdan akşam olacak sevgilim
Bütün heybetiyle akşam olacak
Sevgilim, diyorum, oysa kimsecikler yok yanımda
Bilmiyorum kime sevgilim dediğimi
Bildiğim bir şey varsa
O kadar yeni bir anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi
Unutup birden zamanı ve yeri
Onunla bir günü kutluyorum coşarak
Onunla bir günü kutluyoruz sanki.

EDİP CANSEVER
SEVGİ ve IŞIK’la kalın...
Persephone